.


:




:

































 

 

 

 


Selefimizden Kuranı okuma yöntemlerine dair örnek anlayışlar.




Eğer bir kişi okuduğunu tekrarlayarak düşünebiliyor ve anla-yabiliyorsa, okuduğu âyetleri ya da bölümü tekrar tekrar okumalıdır. Sahabe-i Kirâm efendilerimiz Resûlullah efendimizin Fâtihayı yirmi defa tekrarladığını rivâyet etmektedirler. Meselâ İmam Buhârî efendimiz, Mekkenin fetih günü peygamberimizin Fetih sûresini defalarca tekrar ede ede Mekkeye girdiğini rivâyet eder.

(Buhârî 6/ 112)

 

Yine İbni Mâcenin rivâyetine göre sevgili örneğimiz Mâide sûresinin 18. âyetini hıçkırığa boğulmuş bir vaziyette sabaha kadar okumuştur.

(İbn-i Mâce 1/ 429)

Sevgiliyi adım adım takip eden sahabe-i kirâm efendilerimiz de aynen onun gibi yaparlardı. Said Bin Cübeyr efendimiz:

Ey suçlular! Bugün siz müminlerden ayrılın.

(Yâsîn 59)

Siz ey suçlular, ey günâhkârlar bugün şöyle, şu tarafa ayrılın bakalım. Size cennet yok, size rahmet yok. Siz şöyle geçin bakalım. Siz ayrılın şu tarafa. Cennet sizin değildir. O müminlerindir. Zaten dünyada siz kendinizi ayırıyordunuz müminlerden. Kendinizi seçmeye çalışıyordunuz. Seçkin kimseler olduğunuzu iddia ediyordunuz. Ayrıydınız, ayrıcalıklıydınız dünyada. Müslümanlara karşı böbürleniyor, onlara tepeden bakıp, entellik taslıyordunuz. Kendilerinizi hacet kapısı olarak lanse ediyordunuz. Şimdi ayrılın bakalım müminlerden. Geçin bakalım şu cehennem tarafına meâlindeki âyetini gece boyu tekrar ederek sabahlamıştır.

 

Bir âyette Rabbimizin muradını anlayabilmek için gerekirse tekrar tekrar okumalıyız. Çünkü okunan bölümü anlamak esastır. Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz, mübârek selefimiz; Anlamadığımız ve kalp huzuru ile okumadığımız bir âyetten sevap alabileceğimizi ummayız buyurmaktadırlar.

 

Onlardan Süleyman Dârânî der ki; Ben kitabımızdan bir âyet okurum, mânâyı iyice kavrayabilmek için dört beş gece onunla meşgul olurum, onu iyice anlamadan başka bir âyete geçmem Yine selefimizden çoğu Hûd sûresinin mânâsını anlayabilmek için altı ay, bir sene sürekli tekrar ederlerdi. Bir hatmi otuz senede ancak bitirebilenler pek çoktur.

 

Kuran okuyan kişi ondaki Rabbimizin emirlerini, nehiylerini, vaadlerini, vaîdlerini, geçmiş toplumların kıssalarını, Allah ve elçileriyle çatışmaya giren toplumların helâk yasalarını iyice anlayabilmek için bunlar üzerinde uzun uzun düşünmelidir.

 

Kuran okuyan kişi onda Rabbimizin muradını anlamaya engel olan hallerden sıyrılıp uzaklaşmaya çalışmalıdır. Bir müminin Kuranı anlamasına engel olan halleri kısaca şöyle özetleyebiliriz:

 

a- Şeytanın insan kalbinin üzerine çektiği perde. Bu perde insanlardan pek çoğunun Kurandaki mânâları anlamasına engel olmaktadır. Allahın Resûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır: Eğer şeytanlar adem oğullarının kalplerine girip dolaşmamış olsalardı, elbette onlar melekût âlemini görebilirlerdi.

(Ahmed Bin Hanbel Müsned 2/353

 

Şeytanın vesveseleri sonucunda kimi insanlar bütün güçlerini, dikkatlerini, himmet ve gayretlerini harflerin mahreçlerine teksif ederler. Harfleri mahreçlerinden çıkaracağız diye var güçleriyle uğraşırlarken mânâyı, muhtevayı göz ardı ederler. Tüm dikkatleri makama, melodiye ve harflerin mahrecine takılı kaldığı için âyetlerdeki Allah muradını örtüp kamufle ediverirler. Bütün Kuran okuyucularına musallat olmuş, onların okudukları âyetleri anlamalarına engel olmak için çırpınan şeytanlar vardır. Bu şeytanlar onları daima harfleri tekrar etme-ye yöneltip teşvik ederler. Olmadı, derler. Olmadı. Harf mahrecinden çıkmadı diye vesveseler verirler. Böylece sonuçta okuyucunun tüm himmet ve dikkati harflerin mahrecine takılı kalır ve sonuçta o kişinin mâna ve muhteva üzerinde derinleşmesi engellenmiş olur. Şeytanın vesvesesine mağlup olan kişi elbette sonunda onun oyuncağı durumuna düşer. Allah bizi böyle bir duruma düşmekten korusun inşallah. Tabii bu sözlerimden Kuranı tecvit ile okumayı, harfleri mahrecinden çıkarmayı küçük gördüğüm anlamı çıkarılmamalıdır. Onlar da lâzımdır elbette, ama Kuran sadece güzel okunmak için değil, anlamak, kavramak ve kendisiyle hayatı düzenlemek için indirilmiştir.

 

Günah işlemekte ısrar kişinin Kuranı anlamasına engeldir.

Sürekli günah işleyen ve günahlara dalmaktan çekinmeyen kişi kesinlikle bu kitabın mânâ ve hikmetlerinden mahrum olacaktır. Kitabımızın Mutaffifîn sûresi bu hususu şöyle anlatır:

Hayır hayır; onların kazandıkları kalplerini pas-landırıp körletmiştir.

(Mutaffifîn 14)

 

İşledikleri suçlar sebebiyle kalpleri paslanmıştır onların. Söz anlamaya yanaşmadıkları, istifade etmek üzere, iman etmek ve amel etmek üzere dinlemedikleri için Allah onların kalplerini mühürleyivermiştir. Yâni dinlemek ve anlamak için kendilerine verilen duyularını kullanmadan yana olmadıkları için, Allah da bunu onlardan alıvermiştir. Kalplerine mühür vurmuştur Allah. Çünkü bu adamlar Allahın kendilerine verdiği kalplerini kullanmak istememişlerdir. Allah böyle davranan kimselerin kalplerini mühürleyiverir de, duymaz duygulanmaz hale getiriverir.

b- Kibir Allahın kitabının anlaşılmasına engeldir. Kurana karşı müstekbirce bir tavır takınan, benim bu kitaba ihtiyacım yoktur, ben bu kitap olmadan da hayatımı düzenleyebilirim mantığında olan bir kişinin de bu kitabı anlaması mümkün değildir.

 

c- Dünyaya bağımlılık, dünyaperestlik de kitabın anlaşılmasına engeldir. Resûlullah efendimiz bu hususu anlatan bir hadislerinde şöyle buyurur: Ümmetim dinar ve dirheme çok fazla önem verdikleri zaman onlardan imanın heybeti kalkar, emr-i bilmaruf ve nehy-i anil-münkeri terk ettikleri zaman da vahyin bereketinden mahrum kalırlar

 

d- Hevâ ve heveslerine tabi olmak, arzularını, bilgisini putlaş-tırmak, kendi anlayışını kitabın önüne geçirmek de bu kitaptan istifade etmeye engeldir. Bütün bunlar kalbi paslandırır. İnsanın anlama ve kavrama kabiliyetini öldürür. Öyleyse bu tür özelliklerden arınmış ola-rak Allahın kitabını okumaya yöneleceğiz.

 

e- Şehevî arzular şiddetlenince, Kuranın mânâları da o derece insanlar için kapalı kalır. Şehevî arzularına teslim olmuş kimseler bu kitabı anlayamazlar.

 

Kuran okuyan kişinin kendisini onun tüm hitaplarının muhatabı kabul etmesi gerekir. Rabbimizin âyetlerindeki tüm hitapların muhatabı benim, burada bana sesleniliyor, burada ben anlatılıyorum, burada Rabbim beni kastediyor demeli, öyle okumalı, öyle algılamalıyız ki Kuranı anlamamız kolaylaşsın. Bir emir, bir nehiy, bir uyarı, bir va-ad, bir vaîd, bir tehdit gördüğümüz zaman herkesten önce onun mu-hatabının kendimiz olduğuna inanmalıyız. Kitabımızı okurken bilme-liyiz ki o anda Allah bizimle konuşuyor. O anda Allah bize emirler ve-riyor, nehiylerde bulunuyor. O anda Kuran bizim kalplerimize bir şey-ler ekiyor. İmamlarımızdan Katâde der ki; Kuran ile oturup kalkan ya kâr eder, ya da zarar eder.

 

Kuran okuyan kişinin kalbi âyetlerin değişmesiyle değişmeli, âyetlerden etkilenmeli, müteessir olmalıdır. Âyetlerinin konusunun de-ğişikliğine göre okuyucunun kalbi tavır almalıdır. Bazen ümit, bazen korku, bazen saygı, bazen hüzün dolmalı kalbe. Kişinin Kuran bilgisi mükemmelleştikçe kalbindeki korku da o nispette çoğalır.

 

Hasan Basrî der ki; Allaha yemin ederim ki, Kuranı inanarak okuyan bir kulun korkusu artar, hüznü çoğalır, gülmesi ve ferahlanması azalır, meşguliyet ve yorgunluğu artar, istirahat ve tembelliği de azalır. Okunan Kuranın insan kalbi üzerinde etkili olması gerekir. Azap, vaîd ve cehennem âyetleri geldiği zaman müminin kalbi sanki korkudan yok olacakmış gibi küçülüp, kaçacak yer aramalıdır. Vaad âyetleri, cennet âyetleri geldiği zaman da sevincinden coşmalı, taşmalı, kabına sığmaz hale gelmeli ve sanki uçacakmış gibi bir hal almalıdır. Allahın isim, sıfat ve fiillerinin; rubûbiyet ve azametinin gündeme getirildiği âyetler geldiği zaman saygıdan başını eğmeli, kâfirlerin, müşriklerin, ehl-i kitabın Allahın şanına yakışmayan iftiralarının gündem yapıldığı âyetler geldiği zaman da sesini kısmalı, müteessir olmalı ve tıpkı meleklerin yaptıkları gibi onlar adına Allahtan özür dileme makamında bulunmalıdır. Ya Rabbi, ben onlar adına senden özür diliyorum. Nasıl diyebildiler bu hainler bunu sana? Nasıl izâfe edebildiler bunları sana? Diye onlar adına Ondan özür dileme makamında olurlar.

 

Sahâbeden İbni Mesud efendimiz diyor ki; Resûlullah efendimiz bir gün bana; Ey İbni Mesud biraz Kuran oku da dinleyeyim buyurdu. Ben dedim ki, ey Allahın Resûlü Kuran size nâzil olurken ben mi okuyayım? Buyurdu ki; Ben dinlemeyi de severim. Bunun üzerine ben Kuran okumaya başladım, Nisâ sûresinin 41. âyetine geldiğimde, baktım ki Resûlullah efendimizin gözleri yaşlarla dolmuş, kalbini müşâhede, korku ve hüzün kaplamıştı.

Buhârî 6/113)

 

Selefimiz arasında Kuran okunurken vaîd âyetleri, cehennem ve azap âyetleri geldikçe korkudan bayılan, hattâ ölenler oluyordu. Meselâ eğer Enâm sûresinin 15. âyetini okuduğu halde veya okuyan birini dinlediği halde içinde bir korku, kalbinde bir ürperme duymuyorsa, kesinlikle söyleyebilirim ki o kişi Kuran okumuyor, olsa olsa hikâye okuyor demektir. Keza bir kimse Mümtahine sûresinin 4. âyetini okuduğu veya dinlediği halde hâlâ Allaha yönelişi, Ona tevekkülü, sevgisi, saygısı, kulluğu artmıyorsa, o zaman -Allah korusun- bu kişi Hûd 18, Saff 3 ve Enbiyâ 5 âyetlerindeki tehditlerin muhatabı olmuştur:

 

Öyleyse kalbimizin okunan Kuranla irtibat halinde olmasına çok dikkat edeceğiz. Kalbimizin okunan âyetlerle ilgisini sürdürdüğü sürece okumaya devam edecek, okunanla kalbimizin ilgisi kesilir ke-silmez yâni okunan âyetlerin mânâsına karşı ilgimiz, dikkatimiz azalır azalmaz hemen okumaya son vereceğiz. Çünkü hikâye değildir bu ki-tap, roman da değildir, Allah sözüdür. Resûlullah efendimiz imam Bu-hârînin rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyuruyor; Kuran kıraatine Kuranla okuyucu arasında uyuşma mevcut olduğu müddetçe devam edilmelidir. Bu bağın ortadan kalkmasıyla hemen Kuran okumaya son verilmelidir.

(Buhârî 6/114)

 

Enfâl sûresinin 12. âyetinin de beyanıyla Kuran okurken sadece dili hareket ettirmenin bir kıymeti yoktur. Eğer okunan Allah âyetlerinden kalp bir şeyler duymuyorsa, onlardan etkilenip onların istediği tavrı sergilemiyorsa kesinlikle bilelim ki İslâm bu okumaya okuma demiyor. Kurralarımızdan biri bu hususu vurgulayarak der ki; Ben bir gün hocama Kuran okudum, sonra ikinci defa okumak üzere ona dönünce beni azarladı ve; Neredeyse Kuran okumayı iş edindin. Git Allaha oku da sana neleri emrettiğini, neleri yasakladığını gör dedi.

 

Yine Ebû Dâvûdun rivâyet ettiği bir hadislerinde Resûlullah efendimizin şöyle buyurduğu anlatılır: Sahâbeden bir zât Resûllullah efendimize gelerek; Ey Allahın Resûlü bana Kuran okut dedi. Re-sûlullah ona baştan sona Zilzâl sûresini okuttu. Adam başka bir sûreyi daha okutmasını isteyince Resûlullah ona; Bu kadarı yetişir, dön git dedi, adam dönüp gitti.

 

Kuran okuyan kişi o anda Allahla karşı karşıya olduğunu, bir başka ifadeyle Allahla konuşmakta olduğunu bilmelidir. Yâni Kuran okuyan kişi okuduğu bu âyetlerin kendisinden değil, Allahu Teâlâdan olduğunu bilmeli ve Allahtan dinliyormuş gibi yükselerek okumalıdır. Allahın Resûlü mümin için bir derece, bir yükseliş tarif ederek buyurur ki: Oku ve yüksel! Oku ve derecelerini artır! Rasûlullahın bu ifadesine göre okuyan yükselecektir. Okuyan derecelerini artıracaktır. Mümin okuduğu Kurana göre derecelerini artıracak ve yükselecektir. Kuranı okudukça mümin derecelerini artırmaya devam edecektir.

 

Kuran okumanın dereceleri üçtür.

 

a- Ednâ (En aşağı) okuyuş. Bu okuyuş, Kuran okuyan kişinin kendisini Allah huzurunda farz edip, kendi okuyuşunu Allahın dinlediğini düşünerek okumasıdır. Bu durumdaki kişinin durumu; Allahtan istemek, Allaha yalvarıp yakarmak, Allaha boyun eğmektir.

 

b- İkinci derece; okuyan kişinin kalbiyle Allahın kendisini gördüğüne, lütuflarıyla kendisine hitap ettiğine, nimetleriyle kendisine nida ettiğine şâhit olmasıdır. Bu durumdaki kişinin durumu da, haya, tazim, dikkat ve anlayıştır.

 

c- Üçüncü derece; Kuran okuyan kişi okuduğu kelâmda mütekellimi, yâni konuşanı, kelimelerde mütekellimin isim ve sıfatlarını gör-mesidir. Bu durumda olan kişi ne kendisine, ne kıraatine, ne de kendisine verilmiş olan nimetlere bakar. Onun gözü hiçbir şeyi görmez, sadece mütekellimle haşır neşir olur.

 

Son olarak değerli seleflerimizden Ahmed İb Hanbelin Kita-buz Zühd isimli eserinde birinci cilt 890da kâri-i Kuranda, hamil-i Kuranda bulunması gereken sıfatlarla ilgili Abdullah bin Abbasın, Kuranın en büyük âliminin bize sunduğu bir haber var. İnşallah o haberi de nakledip bu bölüme son vereceğiz.

 

Yenbeğî lihamilil Kurani en yarife bileylihî izen-nasi naimûn ve bineharihi izennas muhdırûn, ve bihuzni-hi izennas yefrahûn, ve bi bükâihi izennas yezhakûn, ve bisamtihi izennas yuhdıûn ve bi huşuihi izennas ve yenbe-ğî lihamilil Kuran en yekûne bâkiyen, mahzûnen, halî-men, sekînen. Velâ yenbeğî lihamilil Kuran câfiyen vela ğâfilen vela zâhiken hadîden.

 

Hamil-i Kurana şunlar gerekir. Hamil-i Kuranda şu özellikler olmalıdır. Şu özelliklerin sahibine hamil-i Kuran denir diyerek söze başlıyor İbni Abbas efendimiz. Acaba buna göre bizler hamil-i Kuran mıyız, değil miyiz, iyi kulak verelim anlamaya çalışalım inşallah.

 

Önce bu Hamilil Kuran kavramı üzerinde biraz düşünelim. Acaba bu tabiri nasıl anlayacağız? Meselâ aynı kökten dilimize nakledilmiş hamal kelimesini bilirsiniz. Yani bir başkasının yükünü taşı-yan anlamına bir kelime. Taşıdığı o yükle, taşımasının dışında bir il-gisi yoktur onun aslında. Yüklenir sırtına ve yükleyenin amacı doğrultusunda belirlenen hedefe doğru götürür, hamallık yapar. O zaman Kuranın hamalı mı desek diye düşündüm. Kuranın hamalı. Yani bu manada yük kendisinin olmayacak, Kuran kendisinin olmayacak, yüklenecek Kuranı, Kuranın sahibinin dediği doğrultuda gidecek, öyle mi ki?

 

İkinci bir kelime geldi aklıma yine aynı kökten. Hamile. O da kendi yükünü kendisi taşıyan insan demektir. Karnında kendi çocuğunu taşıyan kadın. O da taşıma süresi ve miktarına müdahale edemese de, yük kendisinindir. Yani yük sahiplendiği, benimdir dediği, benimsediği yükünü taşımaya devam eder.

 

Şimdi acaba Kuranın hamili denilince, Kuranın hamalı gibi mi, Kuranın hamilesi gibi mi, yoksa nasıl anlasak? Yani Bu Kuran kendimizin yükü mü olacak, yoksa başkasının yükü gibi mi olacak? Nasıl yükleneceğiz, nasıl taşıyacağız ki diye düşünüyoruz. Ama bitmedi, belki bununla ilgili başka kelimeler de aklımıza gelecek. Mesela bir hastalığı kendisinde, kendi üzerinde taşıyan ama hastalığı icra e-den, ortaya koyan mikropları taşıdığı halde kendisi hastalanmayan in-sanlardan söz edilir tıp dünyasında. Portör, yani taşıyıcı denir onlara. Onda varmış o mikrop, birisi onunla ilgi kurarsa ona nakleder ama kendisine zararı olmazmış.

 

Yoksa Kuran taşıyıcılarının bir de böyle özelliği mi var dersiniz? O taşır efendim, birinden almıştır birine götürür, kendisiyle ilgisi yoktur onun. Siz bunları kendi dünyanızda kendinize göre ayarlayın, yerleştirin. Ama ben Kurandan aynı kaynaktan, aynı kelimeden türemiş iki kelime, iki örnek daha söyleyeyim. Belki hemen siz de hatırladınız zaten. Meselâ Cuma sûresinde beşinci âyete müracaat ediyoruz.

Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allahın âyetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez. (Cuma 5)

 

Evet, şu Tevrat benim yükümdür diyenler var ya, ama onlar onun yükümlülüğünden kaçıyorlar. İşte onlar tıpkı yükü kitap olan eşek gibidirler. Demek ki bir de böyle yükümlülük, bir de böyle hamallık varmış. Bir de bu hamil kelimesinin geçtiği Arâfta bir âyet var, onu da okuyalım inşallah:

Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.

(Arâf 176)

 

Evet, Allahın âyetleriyle tanışmış, sanki onları kuşanmış birisi, sonra soyunuvermişse, bırakıvermişse âyetlerle beraberliği ve tutup şeytanın peşi sıra gidiyor, şeytan da onun peşinden gidiyor azgın ve sapkınlardan olmuşsa. İşte dünyayı içmeye, yutmaya, nefes nefese kalmaya yönelen bu kişinin örneği de tıpkı bir köpeğin örneği gibidir. Yüklenseniz, yük yükleseniz de solumaya devam eder, bırakın salıverin yine solumaya devam eder. Eh köpek bu, yorulsa da dili bir karış dışarıdadır, kenarda beklese de dili dışarıda solur. Havaya, nefese doymaz bir varlık.

 

Evet demek ki Kuranın hamiline, Kuran benimdir, Kuran benim yükümdür diyen kişiye, ben Kuranla yükümlüyüm diyen kişiye, benim yükümlülüğümü Kuran belirler diyen kişiye gereken şu ki. Kuran bana aittir, ben onu sorumluluğum kabul ediyorum, benim görevimi, sorumluluğumu, yapacaklarımı, yapmayacaklarımı, günümü ve gecemi, zaman ve mekanımı, tüm hayat programımı Kuran ayarlar, benim Kuranım ayarlar şeklinde bir imanın sahibi olan her insana gereken şu ki. Hamil-i Kuran olan kişiye gereken şunlardır diye söze başlıyor İbni Mesud efendimiz.

 

Ne dersiniz? Acaba siz de hamil-i Kuran mısınız? Kitabınızla aranız nasıl? Yoksa çoktandır görüşmüyor muydunuz? Aylardır hatırını sormuyor muydunuz? Tabi program gereği böyle değil mi? Anneniz ölünce okuyacaktınız. Ramazanda okuyacak, bayramda elinize alacaktınız. Program gereği henüz zamanı gelmedi değil mi? Yok, burada anlatılan öyle bir kitap değil. Burada anlatılan hayata hakim bir Kurandır. Tüm hayat kendisiyle yaşanılıp kendisiyle ölünecek bir Kurandır. İşte şu anda böyle bir Kuran merkezli düşünerek böyle bir Kuranı olan iyi bir müslümanın hangi özelliklere sahip olduğunu öğreneceğiz İbni Mesud efendimizden.

 

1: Bu kişinin birinci özelliği şuymuş: Bilmesi, irfan sahibi olması gerekirmiş. Marifet sahibi olması gerekirmiş. Meseleyi anlayıp kavraması gerekirmiş. Yani işin idrakinde olması gerekirmiş. Peki neyi bi-lecekmiş o kişi? Gecesini, gecesinin kadr u kıymetini bilecek, gecesinin değerini bilecek, hem ki insanlar uykudalarken. Yani gafiller, Kur-an ve sünnetle beraber olmaktan gafil olan insanlar uykuda, kendilerini ölüme terk etmişlerken bu insan gecenin kıymetini bilirmiş. Yani yatsıdan sonradan başlayıp sabahın ilk ışık belirtileri ortaya çıkana kadar geçen zaman dilimine gece diyoruz. İşte bu geceyi en azından üçe bölün. Ama ikiye bölenler elbette daha da kârlı olacaklardır. Son üçte birini özellikle uyanık geçirmeye çalışın. Seher vakti dediğimiz daha bir bereketli zamandır o zaman. İşleyen saat aynı saat, idrak e-dilen zaman aynı zamandır ama bereketi daha bir farklıdır. Çünkü o zaman kitabımızın başka bir âyetinin beyanıyla farklı anlama imkânı buluyor insan.

 

2: Hamil-i Kuranın ikinci özelliği; insanlar yeme içme peşinde koşarlarken o gündüzünün kıymetini de bilir. Yani onun ağzını hep yeme ve içmede kullanma özelliği yoktur. Hemen hemen bir şeyler atıştırması gerekmiyordur. Ağzı, midesi böyle arada bir buruşturulup kağıtların içine atıldığı bir çöp sepeti değildir. Bir şeyler atıştırıp durması gerektiğine inanmaz o müslüman. Neden meşgul etsin ki kendisini hep yeme ve içmeyle? O ağzını başka şeylerde kullanmasını bilmektedir.

 

Ama bakın şu insanlara ki akşama kadar yemek konuşanlar, sabaha kadar onunla meşgul olanlar, gecesini buna ayıranlar, gündüzünü bununla bitirenler. Allah eğer onlara hamil-i Kuran olmalarını nasip ederse bu insanların bundan ancak o zaman kurtulabileceklerini biliyoruz. Öyle olunca, o tür bir hayatı tenkit yerine bu tür bir hayatı teşvik etmemiz gerektiğine inanıyorum.

 

3: Kuran hamilinin üçüncü özelliği; insanlar coşkun, kendilerinden geçmiş, ne yaptıklarını bilmez bir pozisyonda yaşarlarken, bu kişi dertli olabilmenin, hayatla ilgili olabilmenin, insanlarla beraber o-lup onları hayra, hakka davet etmenin derdini, hüznünü taşır. Bunun kadr u kıymetini bilir. Yani sıkıntılı, üzüntülü, bedbin, bedbaht, karamsar, ümitsiz değil. Elbette müslüman bu anlamda asla ümitsiz olmaz ama, bir şeylerin derdini, sancısını çeker olabilmek farklı bir durumdur. Meselâ oğlunun ve kızının daha bir müslüman olmalarının derdini taşımak, buna kafa yormak, düşünmek. Komşularımı acaba Kuranla nasıl tanıştırırımın derdini çekmek. Acaba bu insanların hidayeti için ne yapabilirim? Acaba süratle cehenneme, ateşe doğru giden bu insanların cehennem yollarını kapatıp cennet yollarını açma konusunda benim katkım ne olabilir? Ben bu konuda ne yapabilirim diye dert taşımak. Ama beri tarafta sanki cennet muştusu almış gibi birileri coşkun, hangır şangır ne yaptıklarını bilmez, dertsiz ve sıkıntısız yaşarlarken. Yani insanlar endişesizken endişelidir o kişi. İnsanların dirilişinin plan ve projesini sürekli kafasında canlı tutar. İşte Kuranın hamili böyle yaparmış.

 

4: Dördüncü özelliği; insanlar gülüp oynarlarken, sanki kahkahaları basarlarken, bu Kuranın sahibi olan müslüman ağlamanın, ağlayabilmenin kadr u kıymetini bilir. Ağlamak, ağlayabilmek onun için bir nimettir. Tabii kahkahalı gülmenin yasaklığı adına söylüyorum. Yani kişiye kendini, kendi hayatını, konumunu, çevresini unutturan bir gülüş yasaktır. Değilse elbette bazen güler müslüman. Gülünecek bir bölüm de olur müslümanın hayatında. Ama ağlamanın kadr u kıyme-tini bilebilmelidir müslüman. Halbuki bizler ağlamayı önce çocukluk dünyasında biliriz. Haydi bir de kadınlar ağlar. Aa! Erkek adam ağlar mı diye de bir yaftaya sarılırız. Halbuki çocukta gördüğümüz o ağlama mantığını bir müslüman olarak biz kendimizde görsek ne güzel olmaz mı? Bence buna çok ihtiyacımız var. Gerçi niceleri ne kadar dolu, salıversen durduramayacak kadar ağlayacaktır bugün. Bir dokunsan bin ah çekecek nice insanlar var piyasada da ağlayamıyorlar. Galiba ağlatan yok diye herhalde.

 

Dönün şimdi çocukların dünyasına ve onların neden ağladıklarını bir düşünün. Benim anladığım çocuklar ağlamayla üç boyutlu bir konuşmayı gündemde tutuyorlar. Birincisi; ağlamak istek bildiriyor. Acıktım, susadım ya da altımı kirlettim diye ağlamıyor mu çocuklar? İsteklerini böylece beyan etmiyorlar mı? İkincisi; ağlamakla özlemlerini bildirirler çocuklar. Annesinden iki saat ayrı kalan bir yavru, annesini görür görmez kimin kucağında olursa olsun başlamıyor mu ağlamaya? Özledim diye ağlıyor değil mi? Vah yavrularını bırakıp başka yerlere giden anneler, unutmayın ki o yavrularınız sizden çok fazla yanıyor. Ağlamalarının üçüncü boyutu da korku ve suç bildirmesidir. Suçu vardır, bakıverin başlar ağlamaya suçluluğunu beyan manasına.

 

Peki şimdi bizler de aynı şeyleri Allah karşısında o çocuk mantığıyla ortaya koysak nasıl olur? İsteklerimizi ağlayarak bildirsek Rab-bimize. Gözyaşlarıyla yalvarıp yakarsak. Öyle olunca Rabbimizin bize karşı tavrı farklı olacaksa niye yapmayalım bunu? Peki ya özlemimizi ağlayarak beyan etmeyelim mi Allaha? Ya Rabbi, ayrı kaldım senden. Seni bırakıp başkalarına gitmişim. Sana soracaklarımı ben başkalarına sormuşum. Senin mesajına karşı eyvallahsız yaşamış, başka yerlerden mesaj aramaya kalkışmışım. Eyvah ben senden, senin kitabından çok uzak kalmışım ya Rabbi diye ağlamayalım mı? Yine suçlarımızı, korkularımızı ağlayarak Rabbimize beyan etmeyelim mi? Affet ya Rabbi diye ağlamayalım mı?

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz Kenzul Ummal isimli hadis kitabında 43357 numaralı hadislerinde ağlama konusunda şu özel bilgiyi verir bize: Küllü aynin bâkiyetün illa aynun beket min haşyetillah.

 

Kıyamet gününde bütün gözler ağlayacak. Ancak şu özellikleri taşıyan gözler ağlamayacaktır. Allah haşyetinden ağlayan göz. Sinek başı kadar yaş döken göz. Ama her ağlayanın ağlamasına da kanma-yacağız. Hani Yakup aleyhisselâmın çocukları da ağlamışlardı. Kardeşleri Yusufu kuyuya atıp akşamleyin gözlerinden yaş yerine kan dökerek gelmişlerdi. Öyle değil ama günahların affı için elbette ağlayacağız. Ya yanlış yaparsam, ya Rabbimi darıltırsam endişesiyle ağlayacağız. İşte böyle bir göz kıyamet günü ağlamayacaktır. İkinci göz de Allah için açık olan gözdür. Seherat fi sebiylillah Seherlerde uyanık olan göz. Veya gündüz ve gece Allahın bak dediğine bakan göz. Üçüncüsü Allah için kapalı olan göz. ğazzat an meharimillah Haramlardan sakınan göz. Ama bunu sadece kadın için erkekten, erkek için de kadından sakınan göz şeklinde anlamayın. Çünkü Allahın haramlarına bakmayan göz demek, o gözle haramları işlemeyen göz demektir. Meselâ Allahın istemediği bir hayatın plan ve programı üzerinde düşünmeyen göz anlamına gelmez mi? Demek ki Allah için hem açık olmalıymış göz, hem de kapalı olmalıymış. Dördüncü göz de Al-lah yolunda çıkarılan gözdür. Gözünü Allah yolunda bir kavgada kay-beden kişinin gözü de yarın ağlamayacaktır.

 

5: Hamil-i Kuranın beşinci özelliği; insanlar hata peşinde koşarken, hata üstüne hata işlerlerken susmanın, susabilmenin kadr u kıymetini bilen kişidir o. Susabilmek Ama Allah korusun da bugün sanki Kuranla beraber olduğunu iddia edenler, sanki Kuranın hamili görünenler, yani biraz daha fazla bilenler, biraz daha fazla okuyanlar susmayı unutuyorlar, susmayı beceremiyorlar. Bu sözü tabii önce kendime söyledim. Ama çevremdekiler de buna zemin hazırlıyorlar diye dert yanasım geliyor. Evime misafir geliyor, ben konuşuyorum, misafirliğe gidiyorum, ben konuşuyorum. Hep beni konuşturuyorlar. Peki ben ne zaman dinleyeceğim? Yani ben de bazen dinlemeye muhtaç değil miyim? Susmayı bilelim.

 

Ama elbette konuşma makamında susmak değildir bu. Burayı yanlış anlamayalım. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu konuyu anlatan bir hadislerinde buyurur ki; Allaha ve âhiret gününe iman eden kişi hayır söylesin, değilse sussun. Bu hadisi hep şöyle tercüme ettiler değil mi: Allaha ve âhiret gününe inanan kişi ya hayır söylesin, yahut da sussun. Bu hadisi böyle anlayınca elbette başımıza büyük belalar açıyor. Söz gümüşse sükut altındır diyor adamlar ve bir hak söz söyleme makamında susmayı tercih ediyorlar. Allah korusun bu durumdaki kişiye dilsiz şeytandır diyor peygamberimiz. Çünkü biz susarsak, hak bilenler susarsa şeytan ve dostları hep konuşur ama Allah ve dostları gündemden düşer.

 

Hayır öyle değil, Allahın Resûlü hayır söyleyin diyor önce. Evvel emirde hayır söyleyin, hayır biliyorsanız söyleyin ama hayır yoksa, ya da senden önce birileri hayır söylemeye başlamışlarsa işte o zaman da sen susmak zorundasın. Öyleyse susmanın kadr u kıymetini bilelim. Ben bu kadar biliyorum. Ben haddimi biliyorum diyebilmenin kadr u kıymetini bilelim inşallah. Zaten Kuranla beraber olan kişiye elbette Kuran neyi ne kadar bildiğini öğretecektir. O da haddini bilecek ve durması gereken yerde duracaktır.

 

6: İnsanlar aldanırlarken, ne yayıp ne ettiklerini bilmezlerken, aldanma peşinde koşarlarken o kimse huşu sahibi olmanın, yani Allaha gönülden bağlanabilme, Onu memnun etme ruh halinde olabilmenin kıymetini bilir.

 

7: Yine hamilil Kuran olan kişide bulunması gereken yedinci özellik; onun ağlayan biri olması gerekir. 8: Dertli, endişeli, mahzun olması gerekir. 9: Halim olan, acele etmeyen, beklentisi olmayan, kendisine düşeni yaparken başkalarını ne yapayım, ben bu yaptıklarımı Allah için yapıyorum diyen birisi olması gerekir. 10: Bir de seki-nen, oturaklı, kendinden emin, sakin ve en doğruda olduğunun bilincinde olan bir kimse olması gerekirmiş.

 

Evet ağlayan bir kişidir o. Az evvel ağlamakla ilgili bir şeyler demeye çalıştım. Kuranla beraberlik ağlamayı gerektirecektir. Çünkü Kuranın ilk okuyucusu Allah Resûlü öyle yapıyordu. Bir rivayette ge-ce namazında Mâide sûresinin son bölümünü okurken, İsa aleyhis-selâmın kavmiyle ilgili bölümü okurken ağlamaya başlıyordu.

Onlara azap edersen, doğrusu onlar senin kullarındır; onları bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan şüphesiz ancak sensin.

(Mâide 118)

Ya Rabbi, eğer bu insanlara sen azap edeceksen, bunlar senin kulların. Onlar sana benden daha yakındır. Ama eğer rahmet eder, merhamet edersen sen aziz ve hakimsin. Sen mutlak galip yenil-mez, her yaptığı yerinde yanılmazsın. Senin yaptığına kim karşı gelebilir? Sen nasıl istersen öylece yapansın âyetini okudukça kendinden geçercesine ağlar, ağladıkça okurdu. Öyleyse ehl-i Kuranın böyle okudukça ağlaması gerekir.

 

Mahzunen olmalıdır ehl-i Kuran. Yani sıkıntılı, ama karşısındakine sıkıntı veren değil, daha iyi müslüman olma sıkıntısı taşıyandır. Hem kendi planında, hem de başkaları planında. Yani ben iyi bir müslüman olabilmem için hem dini kendi şahsımda uygulayıcı, hem de başkaları planında duyurucu olmalıyım. İşte insanlara bu dini duyurma adına dertli olacağım. Ama dertli olurken de şunu unutmayacağım: Rasûlullah Efendimizin karşısında dört baba vardı. Birisi Be-kirin babası ki o, hiç beklemeden iman etti Ebu Bekir. Birisi Süfyanın babasıydı ki o, tam yirmi sene bekledi Mekkenin fetih günü ancak müslüman oldu Ebu Süfyan. Üçüncüsü Talibin babasıydı ki o, Ebu Talip, biliyordu, yakından tanıyordu, sahipleniyor, korumaya çalışıyordu, ama evet kabul ettim diyemedi ve öylece ölüp gitti. Bir de cehaletin babası olan Ebu Cehil vardı ki o da biliyordu da düşmanlık yaparak geberip gitti.

 

İşte ben bu kitapla insanların tanıştırılmasını derdini çekeceğim, en büyük iş olarak, en büyük dert olarak bunu yaşayacağım ama bileceğim ki benim kendilerine din duyurduklarım bu dörtten biri olurmuş, o benim problemim değildir. Çünkü Kuranın hamili olan müslü-man halim olmalıdır. Aceleci olmayan, karşıdakinin üç günde, beş günde değişmesini beklemeyen kimsedir o. Karşıdakinden acele bir şeyler bekleme, beklediğini bulamayınca da hemen geriye dönme onun şiarı değildir. Ölünceye kadar zaten onun görevi devam edecektir. Efendim çok uğraştım ama adam olmadı diyenleri bir hatırlayın. Çok gitmiş de artık adam olmazmış, bırakıvermiş. Peki ne kadar çok gitti? Peki Nuh aleyhisselâmın 950 yılı kadar gitti mi? Efendim zaten bizin 950 yıl ömrümüz yok ki diyenlere bir ömür gittin mi diye soralım. Yani bütün peygamberler bir ömür boyu gitmediler mi insanlara? Biz neden üç gün beş günle acele ediyoruz?

 

Ayrıca Kuranın müslümanı sekînen olmalıdır. Yani sakin, en doğruda, en hakta olduğundan emin bir kişi. Yani sağdan soldan esen rüzgarlarla düşüncelerini, inancını yeniden şekillendiren değil. Çünkü o yaptığını Allah dedi diye yapan, Allah dediyse tamam deneceğini bilen birisidir. Dahasını niye arasın, en doğrudadır o çünkü. Onun için oturaklı bir hayat programı vardır. Acabalarla dolu değildir hayatı. Çünkü Kuran kaynaklıdır aldığı kararlar. Ne yapacaksa Kur-an rehberliğinde yapacaktır.

 

Ama Kuranın hamili olan müslüman şu özellikleri de taşımamalıdır:

 

1: Cafiyen kaba ve zalim olmamalıdır. Cefakâr olmalıdır. 2: Gafil, ilgisiz olmamalıdır. 3: Gülüp oynayan bir kişi olmamalıdır. 4: Bir de sert ve haşin olmamalıdır.

 

Evet, ahlâkı, yapısı, karakteri, benliği Kuranla oluşan müslü-man asla kaba ve zalim olamaz. Çünkü beraber olduğu Kuran ona bunu öğretmiştir. Sonra gafil, ilgisiz olmamalıdır. Fark etmez diyen birisi olmaz müslüman. Yani çocukları şöyle veya böyle olmuş, komşu şöyle veya böyle olmuş, insanlar şöyle veya böyle olmuş fark etmez diyen bir kişi değildir Kuranın hamili. Bulunduğu ortamda maruf varmış, münker varmış, maruf emredilecekmiş, münker nehy edilecekmiş fark etmez diyen birisi değildir o müslüman. Kuranla beraber o-lan bir müslüman kesinlikle böyle hayata ilgisiz davranamaz. Çünkü Allahın Resûlü: İnsanların içine karışıp onların dertleriyle dertlenen, onların hidayeti için çırpınan müslüman, onların içine karışmayıp ayrı duran müslümandan her zaman hayırlıdır buyuruyordu.

 

Gülüp oynayan da olamaz müslüman. Her şeyi unutmuş kendi dünyasında zevk peşinde. Olacak şey değildir bu. Bir de sert ve haşin de olmamalıdır. Çünkü böyle bir müslüman dışındaki insanlara vurunca o sendeliyor belki, hoşuna gidiyor belki ama sonunda kaçıyorsa, hattâ bir tanesi bile kaçmışsa bilsin ki o kaçan Kurandan kaçmıştır. Yani o kişinin şahsında Kuranla beraberlikten kaçıyorsa, öyle de ol-masın müslüman. Peki hiç mi set davranmasın? Hiç mi vurmasın karşıdakinin alnına? Öyle değil elbette. Yani değilse şahsiyetsiz olsun, silik bir müslüman olsun, her ortamda boynunu büksün, önüne gelen sırtına binsin, öyle değil. Yani müslümanlara karşı merhametli olsun. Ama bazen merhamet karşıdakinin elinden tutmak, bazen eline vurmaksa, bazen ateşe gitmesine engel olmaksa, bazen onun sobaya değmesine bigane kalmamaksa, bazen azarlamak, bazen bağırmak, bazen gülmekse bunlar olmalıdır elbette. Çünkü bunlar merhametin gereği olarak yapılması gereken şeylerdir. Meselâ çocuğunun her de-iğini yapan bir anne ona karşı merhametli mi? Meselâ merhametinden dolayı namaza kaldırmayan bir anne çocuğuna merhametli midir? Öyle değil. Ya ne? Herhalde karşıdakinin insanlığını unutarak hareket etmektir sertlik galiba. O da bir insandır. Onun da bir gönlü var, onun da bir kafası var. İşte bunları unutarak hareket etmek sertliktir, kabalıktır.

 

Rabbim kendisinin istediği biçimde kitabıyla ilgi kurmayı, razı olduğu biçimde okumayı, okuduğumuz âyetler üzerinde kafa yorup anlamaya çalışmayı, anladıklarımızla amel etmeyi, anladıklarımızı başkalarına da duyurarak kendimizi dirilttiğimiz bu kitapla Allah kullarının dirilişlerine de vesile olmayı, bunu bu dünyada en büyük dert, en şerefli sorumluluk bilmeyi bize nasip buyursun, kolay kılsın inşallah.

 





:


: 2016-12-05; !; : 274 |


:

:

. .
==> ...

1681 - | 1606 -


© 2015-2024 lektsii.org - -

: 0.108 .